31 Ağustos 2014 Pazar

Uzaklara gidelim... Fazla uzaklaşmadan!

Gündelik hayatlarımız hep şu hissi yaratmıyor mu? Gitsem buralardan...


Başta iş, sonra ilişkiler, büyükşehrin kaosu, insanlar, kutu kutu apartmanlar... Hepsi afakanlar bastırıyor. Gidelim deniz kenarına yerleşelim, her şeyden eli eteği çekip bohem bir hayat sürelim. Olmadı sık sık kaçalım. 

Ben şehir insanıyım, bunu biliyorum. Sosyalleşmekten, gezmekten keyif alıyorum. Bohem hayatı yaşam biçimi haline getirmek gibi bir niyetim yok ama birkaç ayda bir her şey üstüme üstüme gelir gibi oluyor ve o zaman uzaklaşsam biraz diyorum.

Son birkaç yıldır bu hissi törpüleyebileceğim bir kaçış noktam var, hem de Ankara'ya sadece 40 km uzaklıkta. Annemle babamın on yıldan fazladır binbir emekle yaptığı kutu gibi bir ev, içinde organik sebze yetiştirdikleri bahçe. Yazın en sıcak günleri bile üşüten bir hava ve her bir yıldızı tek tek görebildiğiniz bir gökyüzü...



Çocukluğum Kızılay'a 10 dakika mesafedeki Yenişehir'de geçti. Ancak hiç de öyle şehrin göbeği gibi değildi,  bir sokak boyunca uzanan dev bir bahçe ve içindeki altı haneden oluşan bir lojmandı burası. O yüzden hem şehrin göbeğinde yaşayıp hem de ağaç tepelerinde, çimlerde geçmiş bir çocukluğum var, düşünün ki bahçenin içinde devasa bir sera ve kadrolu bahçıvanlar çalışıyor. O yüzden midir bilinmez öyle teraslar, manzaralar değil, güzel bir bahçe, çimlere ayak basmak beni hep daha çok cezbetmiştir. 

Babamın yıllar önce aldığı Murat 124'ü Haymana yakınındaki bir dönümlük araziyle takas etmesiyle başladı her şey. Şimdi o arabanın fiyatına o araziyi almak mucize tabi! Yıllarca arazinin nerede olduğu hakkında bile fikrimiz olmadı. Bağlı olduğu köye kadar gider orada piknik yapar ama araziden bihaber geri dönerdik. 

Sonra babam yavaştan çalışmalara başladı. Bir yaz yerin keşfiyle uğraştı, bir yaz çevresini telörgüyle çevirmekle, ardından sondaj çalışmaları ile su çıkarma, bir yaz toprağı ıslah etme, en azından kazma küreği koymak için bir baraka yapma derken neredeyse on yılın sonunda kurulu düzenli bir ev oldu.




İtiraf etmem gerekirse birkaç yıla kadar hiç sevmiyordum burayı. Çünkü bahçe hayatından anladığım doğallık inip kalkan sinekler, tuvalet diye bahçenin bir köşesine konulmuş buzdolabı kolisinin içine girip toprağa açılan deliğe işemek ya da elimi yıkamak için tasla su dökülmesi değildi. Dolayısıyla köy hayatı dedin mi aklıma hep ilkellik gelirdi ki, konforsuz bir yerin keyif vermesi diye bir şey benim için söz konusu değil!





Neyse ki sonra su deposuyla şırıl şırıl akan musluklar, temiz bir banyo ve tuvalet, her nevi eşyası tamam bir mutfak, temiz çarşaflı yataklar, hatta küçük bir jenaratörle burası konforlu bir hale geldi. Burası bir köy ya da bağ evi olmaktan öte ikinci bir ev oldu bize.




Sonra da evin dışını güzelleştirme çalışmaları başladı. Hepimiz bulduğumuz çiçekleri, süsleri, bahçe dekorasyon fikirlerini burada tatbik eder olduk. Öte yandan da organik domates, biberler, kokulu salatalıklar yeme gibi bir lüksümüz de oldu.

Özellikle anne ve babamın yoğun emeklerini unutmamak lazım. Çünkü gerçekten bir hafta ihmal edildi mi her şey mahvoluyor, sulamak, budamak, yabani otları temizlemek... Çok ciddi emek sarf etmek gerekiyor. Neredeyse tatillerini yarıda keserek döner dönmez soluğu orada alıyorlar. Belki de bu yüzden orayı çok çok seviyorlar.

 Şimdi özellikle sıcaktan nereye yatacağımızı bilemediğimiz bugünlerde ya da daralıp bunalıp elde kitap yayılmak, ayakları toprağa basmak ya da parkların köşelerinde bin kişiyle birlikte mangal yakmaya çalışmaktansa kaçıp saklanacak adresimiz belli. Hiçbir şey yapamasak, hiçbir yere adım atamasak bir cuma akşamı girip pazar akşamı dönmek bile yenilenmeye yetiyor. 

Bu bir lüks değil de nedir? 

29 Ağustos 2014 Cuma

We humans are more corcerned with having than with being

Filmler, diziler, kitaplar, keşfedilen mekanlar… Blogda bunların hepsini paylaşmıyorum. İçinde güzel cümleler, düşünceler yakaladığım, bana da ayrıca birkaç cümle kurduran filmlere, kitaplara, mekanlara burada yer veriyorum. Ancak bu demek değil ki burada yazsam yavan duracak ama tavsiye edilmekten de geri kalınmayacak şeyler yok. Son zamanlarda neler var dersek:


Kürşat Başar-Yaz:
Bu yazın çok satanlarından birisi Kürşat Başar’ın on yıl aradan sonra kaleme aldığı Yaz… Yolculukta okuduğum kitaplardan biriydi. Kürşat Başar’ı karizmasından dolayı çok sevsem de on yıl bekledikten sonra insanın herhalde beklentisi yükseliyorEvet güzel bir anlatım var ama klişe bir hikaye ve ilk 200 sayfa boyunca anlatılan hemen hiçbir şey yok. 200’den sonra ise ağır akan hikaye birden bire coşuyor. Bir aşk, bir de Kıbrıs’ta yaşanan eski günlerin romanı bu. Keşke sadece Kıbrıs’taki hikaye olsaydı, dedim. Ama kötü mü derseniz, hayır… Şezlongta, yolculukta rahat rahat okuyacağınız türden.Zaten adının Yaz olmasının tek sebebi de bu bence.

Hannah Kent-Ölü Gömme Törenleri:
Bir diğer kitap birkaç yıl içinde filmi de çekilecek olan Ölü Gömme Törenleri. Adı ürkütücü de olsa aslında öyle gerilim romanı filan değil. Bu İzlandalı son idam mahkumu Agnes’in hikayesi. Hüzünlü, merak uyandırıcı. Hikayenin, mekanların, karakterlerin tamamen gerçek oluşu ancak gerektiği noktada kurguya başvurulmasıyla daha da bir anlam kazandı benim için. Yazarının yoğun bir araştırma ve emekle hazırladığı belli. Toplumsal önyargılar, tabular, İzlanda’nın sosyal hayatı, kültürü hepsinden bir parça bulabilirsiniz. Üstelik bu kitap yepyeni! Sürükleyici roman severlere duyurulur.



Zulu:
Zulu, Orlando Bloom ve Forest Whiteaker’ın Güney Afrika’daki uyuşturucu ve suç çetelerinin ve göz kırpmadan adam öldüren çete üyelerinin peşindeki gözü pek polisleri canlandırdığı 2013 yapımı bir film. Sarsmıyor, şaşırtmıyor ancak kendini izletiyor. Vurucu sahneleri olmakla birlikte konu bir hayli klişe. Sadece Amerika’da değil, Afrika’da geçiyor ve baharat tadında, polislerimizden biri Zulu kabilesinden.



Lucy:
Sinemaya gitmek artık film izlemekten ziyade “sinema”ya gitmekten ibaret bizler için. Filmler vizyona girmeden internete, DVD’ye düşüyor, öyle eskisi gibi vizyona girecek filmlerin heyecanla takip edildiği günlerde değiliz. Geçen hafta vizyonda olan Lucybir değişiklikle sinemada izlediğimiz filmlerden, beynimizin %100’ünü kullanırsak neler yapabiliriz düşüncesine bir bakış açısı katarak işlenmiş bir film.

Ben de insan beyninin kapasitesinin zorlanması durumunda göremediği şeyleri görüp, duyamadığı şeyleri duyacağına, içine doğma ile birçok şeyi bileceğine inananlardanım. Buna engel olan tek şeyse, toplumsal baskılar ve yetiştirilişimizde önümüze konulan bloklar. Biliyoruz ki hepimizde “öğrenilmiş çaresizlik” diye bir şey var: Mesela memur zihniyeti. Genellikle memur ailelerin çocukları da maaşlı çalışan insanlar olurlar. Çünkü memur kafası ticaretten korkar ve ticaretten kazanılabilecek paralar yerine batma ihtimaline daha çok odaklanırlar. Memur çocukları da bir türlü riski göze alıp büyük ticari adımlar atamazlar, batmaları halinde dünyanın sonunun geleceğini düşünürler.

Her neyse Lucy’e geri dönersek bir uyuşturucu çetesinin Lucy’nin bağırsaklarına uyuşturucu yerleştirip zorla kuryelik yaptırmaya çalışmasının ardından uyuşturucu paketinin patlayıp vücuduna dağılması neticesinde beyin gücünün kapasitesinin artmaya başlayıp uyuşturucu çetesiyle mücadelesini anlatıyor. Alt detaylarsa çok hoş…
Öncelikle tarihte ilk kadın adının Lucy olduğuna atıfta bulunularak film başlıyor.

Yerleştirilen uyuşturucu hamile kadınların 6 haftalıkken salgıladığı bir hormonun sentetik hali, bebeğin kemiklerinin, beyninin çok hızlı gelişmesini sağlıyor.

Filmde Morgan Freeman’ın belgesel tadında verdiği alt bilgiler bence çok güzel olmuş.

Lucy beyin gücünü arttırdıkça ölümsüzlüğe ulaşabileceğimizi vurguluyor ve aslında “hiç ölmüyoruz” diyerek ölüp gidenin yalnızca bedenlerimiz olduğuna, ruhun ise ölümsüzlüğüne değiniyor. Filmin spiritüel yanı da epey göz önünde.

Eleştirilecek, belki beğenilmeyecek, boşlukta kalabilecek yanları olsa da filmin bir bakış açısı getirdiği muhakkak. Bence rast geldiğinizde bir göz atın.

*Başlığım Lucy filminden, filmin fotoğrafları çeşitli internet sitelerinden.


25 Ağustos 2014 Pazartesi

"İyi bir hikaye her zaman yarım yamalak gerçekten daha büyüleyicidir."

Bütün çocukların doğumları birer efsanedir ve bu evrensel bir özelliktir. Birinin kalbini, aklını ve ruhunu mu tanımak istiyorsunuz? Ona nasıl doğduğunu sorun. Size anlattıklarından gerçeği öğrenemeyecek, yalnızca hikayeler dinleyeceksiniz.


Elimde yılın en iyi kitabı seçilmiş bir kitap var. İsmi gizemli, konusuna bir göz atıyorum çekiyor, merak uyandırıyor. Kitapyurdu.com ve ekşi sözlük yorumları iyi yönde, hemen sanal sepetime atıp siparişini veriyorum.

Diane Setterfield’ın On Üçüncü Hikaye kitabı elime geçince önceliği ona veriyorum. 

Bu artık bilinen bir şey: İnsanların bir filmi, kitabı takip etmesi isteniyorsa merak uyandırmalı.Kitabın çekiciliğinin önceliği de bu merak duygumuzu hat safhada kaşımasından kaynaklanıyor. Ancak sadece merak için okunuyor demek de haksızlık olur. Edebiyatla sıkı fıkı bir kitap bu, bol bol Jane Eyre gibi İngiliz edebiyatının önemli klasiklerine atıflar var, kitabın kendisi de gerçekten anlatımıyla, güzel kurgusuyla kendisini birkaç günde bitirme isteği uyandırıyor.


Büyük İngiliz yazar Vine Winter’ın eksik kalan on üçüncü hikayesini yani kendi hayat hikayesini yazdırmak üzere amatör bir biyograf olan Margeret Lea’ye ulaşması ile başlayan kitap, Vine Winter’ın hayatının üzerindeki gizemi kendi anlatımıyla yavaş yavaş kaldırmasıyla kitap heyecanlanıyor. Margeret’ı seçmesinin bile kendince bir anlamı varken siz hayaletler, gizemli ikizler, enteresan kardeş ilişkileri, ev çalışanları ile yüz yüze kalıp ne olmuş olabilir diye üç romana malzeme olabilecek şeyleri tahminlerinizde sıralıyorsunuz ve kitabın sonu en sevilen cinsten: Beklenmedik son…

Yazın bitmesine daha çok var, yaz dönemi okumalar azalmışken hızını kesmenize izin vermeyecek bir kitapsa aradığınız hemen edinin derim!

Paraya duydukları sevgiyi sağlıklı bir şekilde dengeleyemeyen insanların, güven duygusuyla ilgili fena takıntıları vardır.” (s.51)

*Görseller internetten.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Fotoğraf geçmekte olan gerçek anın yakalanmasıdır


Benim fotoğraf maceram hatırlamadığım zamanlara dayanıyor, çünkü bu ilgi ablama da, bana da babamdan geçmiş. Babam fotoğrafa o kadar meraklı ki, evlenirken maddi şartlar yüzünden pantolonu ve ceketi takım olmayan bir damatlık giydiği halde nişan ve düğün fotoğraflarına onlarca para ödemiş. Küçükken hatırlıyorum da kimsede olmayan fotoğraf hazinesi bizim evde vardı.


Babam yaşadığı her anı arşivleme merakıyla durmadan fotoğraf çekerdi. Öyle ki ameliyat olup hastanede yatsa fotoğraf çeker, çektirirdi. Annem her yıl acılar içinde ameliyatlar geçirirken babam fotoğraf makinesiyle o anları ölümsüzleştirirdi. Annem "Ben bu acıları hatırlamak istemiyorum ki" diye içerler, itiraz eder ama babam dinlemezdi.


O zamanlar filmli makineler vardı tabi, babamın ilk makinesi de flaşı olmayan bir makineydi üstelik. Bu nedenle sadece yüzümüzü güneşe vererek, siyah beyaz fotoğraflarımızı çekebilirdi. O yüzden ablamın bütün küçüklük fotoğraflarında yüzü hep buruşuktur. Fotoğrafı çekince yukarıdaki kulakçığı çevirir, filmin ilerlemesini sağlardık, filmin yanması, o kulakçığın birkaç kez çevrilmesi tüm fotoğraflarınızı heba edebilirdi. Bir de o fotoğrafların baskıya verilip çıkmasını beklemek müthiş bir heyecandı, çünkü neredeyse bir hafta sonra basılmış fotoğrafları alabilirdiniz.


O zamanlar Türkiye’de elektronik eşya hem çok pahalı, hem de kısıtlıydı, babamınsa fotoğraf aşkı bitmek bilmiyordu. Renkli fotoğraf makinelerinin, flaşlı fotoğraf makinelerinin piyasaya çıkışı bizim evde coşkuyla takip edilirdi. Flaşsız ve siyah beyaz makineden sonra babam gidip harici flaşı olan ve renkli fotoğraf çeken bir makine aldı ama flaşın gereken yerde patlamayıp gerekmeyen yerde şakır şakır ışıklar saçması adamcağızı küplere bindiriyordu. Avusturalya’dan tatile gelen ve bu sinir anlarından birine şahit olan halam, babama harika bir Canon gönderdi. Harika diyorum çünkü hem dahili flaşı vardı, hem de filmi otomatik olarak kendisi sarıyordu.“Otomatik” diye hava atardık o makineyle. Çünkü flaşı da otomatik ayarlıyordu, filmi de otomatik sarıyordu. Herkes de hayrandı onunla çekilen fotoğraflara. O makine yaklaşık 15 yıl kahrımızı çekti, pil kapağını kırdık, yıllarca yara bantlı dolaştı, pil temas etmiyor diye kapağa değişik baskı uygulama yolları icat ettik ama ilkokuldan üniversiteyi bitirene kadar her anımızda yanımızdaydı. Filmlerini kendimiz takıp çıkardık, filmi sarmayı öğrendik.


Şimdi düşünüyorum da tatile giderken 36’lık filmi koyar bazen de bitiremeden geri dönerdik. Son seyahatimden 500’den fazla fotoğrafla döndüğümü düşünürsek 30-40 kareyle dönmek çok tuhaf geliyor şimdi. Gerçi babama göre manzara çekmek anlamsızdı. İlla ki o karede içimizden biri olmalıydı, öyle yemekmiş, yabancı insanlarmış, dağın, denizin fotoğrafıymış hatta arkadaşlarımızın fotoğraflarını bile çekmemize kızar, filmi boşa harcamış sayardı. Hiç unutmam bir keresinde, bir tatilde bir adam yanımıza yanaşıp onun da fotoğrafını çekmemizi istemişti, ama bizim makinemizle! Babam da kibarca “ama şimdi sizin fotoğrafınızı çekersem, sizi nerede görüp de fotoğrafınızı vereceğim ve veremezsem sizin fotoğrafınızı ben ne yapacağım” diye reddetmişti adamı. Bir poz bile boşa harcanmamalıydı, fotoğraf asla yırtılıp atılmamalıydı.



Yıllarca Canon’umuzla mutlu mesut yaşadık, tatillere yedek 36’lık film alarak gitmeye başladık derken üniversiteyi bitirmemle hayatımıza dijital makineler girdi. Bir kere çektiğin her kareyi görüyordun, beğenmezsen silip bir daha çekebiliyordun, öyle şansına çekilen, fotoğrafın bir köşesinde sadece kafa olarak çıktığımız fotoğraflar yoktu artık. Zoom yapabiliyor, istersek çekilmiş fotoğrafın zoomlu haliyle baskısını çıkarabiliyor, negatifleri saklamak yerine bilgisayarımızda klasörler açıyor, negatiften fotoğraf çoğaltıp paylaşmak yerine maillerimize ek yapıp istediğimiz kadar dağıtabiliyorduk. Dijital makinelerin ilk zamanı alışkanlık gereği fotoğrafları basmaya devam ettik ancak onları da bir saat içinde elimize alabiliyorduk artık. Derken onu da bıraktık. 

Babam da dahil artık hepimiz fotoğraflarımızı sosyal medyada paylaşıyoruz, arşivimizi orada tutuyoruz.


O zaman büyük heyecanla karşılayıp hayran olduğumuz teknolojiyi şimdi eskisine tercih eder misin derseniz uzun uzun düşünürüm. Bir kere ne olursa olsun her fotoğraf maceramdan bir fotoğraf çöpüyle dönüyorum. Güzel çıkmaması ihtimaline karşı arka arkaya çekilen fotoğraf sayısı 10’u buluyor, aynı poz, aynı kare ama duruşu, ışığı daha iyi bir tane var içlerinde. Sonra gereksiz bir sürü bilgi, paylaşım adına çekilen, kopyalanan kareler. Üstelik bunları silmeye bile tenezzül etmiyoruz. Geçenlerde iphone’umda bu temizlik işine bir giriştim, fotoğraf sayısı 1700’den 800’lere düştü. Bir de artık bir sürü programla fotoğrafı istediğimiz ışık, renk, netlik durumuna getirebiliyoruz. Birkaç saniyede, emeksiz, zahmetsiz… Her yaşadığımız anı bir fotoğraf karesinden ibaret görüyoruz. Sürekli bir fotoğraf çekme kaygısı üzerimizde. Bazen bu yüzden anı da kaçırıyoruz. O yüzden son zamanlarda biraz uzak duruyordum fotoğraf çekmekten… 


Öte yandan güzel paylaşımlar, vizyon kazanmak derken bazen bir “an”ın bir “kare”si öyle çok şey anlatıyor ki, fotoğraf çöplüğü değil, güzel bir koleksiyon bırakmak, buradaki izlerimi daha kalıcı, kaliteli hale getirmek için bir Canon EOS 600D edindim. Online eğitimler ve makineyi alanlara verilen ücretsiz eğitimden sonra, herhalde biraz da havalar soğuyup kanımız ağırlaşınca fotoğrafın dünyasında daha da derinlere dalmak niyetindeyim.

O zamana kadar kalitesi şüphesiz, tekniği şüpheli fotoğraflarımla kalın!

*Başlık Jaques-Henri Lartigue’ye aittir.

19 Ağustos 2014 Salı

Yayla Kafası, Giresun, bir de Samsun

Yer: Trabzon, Kayabaşı


Uzunca bir zamandır bu anı beklemiştim. Erkenden uyanacağım, doğanın içinde oksijen çarpmalı uzun bir yürüyüş yapacağım... Vücut buna programlanınca olması gerekenden de erken kımıldanmaya başladım.
Biraz açılayım, kendime geleyim derken erken merken çık bir dolaş en iyisi dedim. Konakladığımız yere gece varınca gündüz gözüne iyice bir bakındım sağa sola, ne yapacağımı bilemedim sonra. MrBalmy’nin başına dikildim, zor da olsa onu uyandırdım ve hazırlıklarımızı yapıp kahvaltıya gittik. Kahvaltı çok matah olmasa da herhalde manzara için değer…


Sonra ekibin bir kısmıyla yayla yürüyüşüne çıktık. Hani öyle spor amaçlı değil, öbek öbek sohbetli, bol molalı, fotoğraf aralarıyla… 







Yaklaşık 45 dakika sonra Lişer Yaylası’na ulaştık. Lişer Kıraathanesi’nde bir mola verdik. Kahvenin sahibi Hüseyin amca 70’ini geçmiş olmasına rağmen kıpır kıpır halleri, esprileriyle hepimizi kendine hayran bıraktı. Kendinden küçük herkesle “tatlım, canım” diye konuşuyor, yaşıtlarına şaka yollu takılıyor. Uzun uzun kahvede oturup sohbet ettik, güldük eğlendik.


Sonra dönüş yoluna düşüp yine bir 45 dakikalık yolla otele vardık. Hemen hareket edip upuzuuunn bir yolculuktan sonra Giresun’a ulaştık. Giresun Kalesi’ni sıcaktan bunalarak fazla gezemesek de kahve molasını uzun tuttuk. Akşamüstü otele girdiğimizde deniz, havuz hayalleri kursak da havuzun kapandığını, otelin önünden de denize girmenin pek uygun olmadığını öğrenip bir kere daha hayal kırıklığı yaşadık. Otelde ise berbat bir hizmet anlayışı olduğunu vurgulamadan geçemeyeceğim. Burada enseyi karartmak istemem ama Giresun New Jasmin Hotel, berbat…



Sabah kahvaltısından sonra dönüş yolu için artık sabırsızlanmaya başladık. Samsun’da mola verip BandırmaVapuru’nu, Milli Egemenlik Yolu’nu, Samsun Arkeoloji Müzesi’ni gezdik, Samsun pidesini de yedikten sonra dönüş yoluna geçtik.









En son yurtdışında bu cümleyi kurmuşken bir kez daha dedim ki: Artık tura kesinlikle katılmamak gerek. Otellerin en kötü odaları, yemeklerin en sıradanı sizi bekliyor, spontan bir işleyiş yok, bugün de gezmeyip buralı gibi bir gün geçireyim deme şansınız yok… Üstelik bence seyahatlerin en zevkli kısımlarından biri otelini, ulaşımını ayarlamak, gezilecek yerler, tadılacak lezzetler, alınacak hediyeler için interneti altüst etmek… O yüzden boşverin, on yeri birden göreceğinize birkaç yeri içinize sindire sindire gezin, tura filan katılmayın, kafanıza göre takılın.

Büyük konuşmuş olmayayım ama bu katıldığım son turdu…

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Trabzon'da ne yapılır?


Sabahın ilk ışıklarıyla Çayeli’den yola çıkıp çayın bardağımıza gelişine kadarki hikayesiyle Özçay fabrikasında mola veriyoruz. İkram edilen çaylarla ziyareti noktalıyoruz.





Çay fabrikasının ardından Trabzon’da geçecek bir gün için önce Trabzon Atatürk köşkünün yolunu tutuyoruz. İçerisi aylardır tadilatta olduğundan giremesek de dışarıdan birkaç kare fotoğrafla idare ediyoruz. Atatürk’ün toplamda üç gün kaldığı ve Dersim İsyanı’nı buradan yönettiği söyleniyor. Gerçekten de bir önceki gelişimde içine girip Atatürk’ün kendi elleriyle işaretlediği kocaman Türkiye haritasını görmüştüm.


Uzun otobüs yolculuğunda kah müzik dinleyerek kah kitabıma gömülerek, çoğu zamansa muhteşem doğa manzaralarını izleyerek Hamsiköy’e öğle yemeği yemeye gidiyoruz. 


Adının Hamsiköy olduğuna bakmayın dağın başında bir köy burası! Yemeklerinin namı Lonely Planet’a kadar gitmiş olan Osman Usta’da öğle yemeği yiyoruz. Çelik tabaklarda gelen yayla çorbası, kuru fasulyesi, köftesi enfes, hele bir sütlacı var... Başka da bir şey demiyorum! 




Yemekten sonra birkaç fotoğraf ve istikamet Sümela Manastırı.


Sümela Manastırı’nın yer aldığı vadi aynı zamanda derelerin aktığı yemyeşil bir milli park. Bayram nedeniyle mangalcı istilasından bir hengameyle girebiliyoruz parka. Rehber burada yürüyerek değil, minibüsle manastıra çıkmakta ısrar ediyor.







Daha önceki seyahatimden bildiğim üzere Sümela Manastırı’nın esprisi dışarıdan görünüşü, metrelerce yukarıda kayalara oyulmuş manastırın içinde ise bizim Kapadokya’dan alışık olduğumuz küçük kiliseler ve onların ikonları yer alıyor. Yani Sümela Manastırı’ndaki asıl keyif orman içi patikadan manastıra tırmanmak, derenin şırıltısını, yeşili, çakıllı yolun zaman zaman zorlayışını ve ağaçların arasından manastırın görüntüsünü tadarak yukarı çıkmak. Minibüse binip yakınında inmenin ise hiçbir numarası yok. Biraz çıkıntılık yaparak MrBalmy, ben ve babam kendi kendimize tırmanmaya başlıyoruz. Zaten o trafikte 1.2 kilometrelik yokuşu onlardan önce çıkmış oluyoruz çoktan, hem de keyifli ve maceralı bir şekilde.







İçerideki mozaiklerin hikayesi muhtelif kiliselerdekilerle aynı:Adem, Havva, Meryem, İsa ve mucizeleri… O yüzden yine rehberle çok takılmadan fotoğraflarımızı çekip bu kez babamla aynı yolun inişine geçiyoruz. Aşağıya inişte kendimizi oradaki bir cafeye atıp kahvelerimizi içiyoruz, etrafta dolaşıyoruz, ağaçların altında oturuyoruz. Bizim aşağıya inişimizden neredeyse 1,5 saat sonra minibüsçüler yanımıza gelebiliyor.
Sonra yine otobüslere doluşup bu kez gece kalacağımız yayla için yolculuk başlıyor. Belli bir mesafeden sonra otobüs çıkmadığı için yolda minibüslere geçiyoruz. Minibüs şoförü komik mi komik bir Karadenizli, kıvrak zekalı, esprili… Tayyip-Ekmeleddin esprileri gıcık etse de yolun geri kalan kısmı keyifli geçiyor, zaten hava kararmış, izlenecek manzara da yok…

Kayabaşı Yaylası’ndaki tesislere geliyoruz, ahşaptan yapılma odalarımıza yerleşiyoruz ve evet temmuz ortasında kalorifer yanıyor!