26 Ocak 2014 Pazar

Seda Diker ile "Haz" var, dahası var

Cinsellik her zaman ilgi çekici, biraz gizli saklı, çoğu zaman tabusal.


İnsanoğlu karmaşık bir mekanizma. Ruh var, beden var, duygular, zihin... Hepsi birbiriyle öyle mükemmel işlemek üzere programlanmış ki birindeki küçük bir aksaklık diğerlerinin tökezlemesine ve o muhteşem makinenin allak bullak olmasına neden oluyor. Son zamanlarda okuduklarımdan, yaşadıklarımdan ve kendi kendime tespit ettiklerimden biliyorum ki bu makinenin bütünlüğünü en çok bozan şey duygu, düşünce, kaygı, korku, endişe gibi içsel şeyler.

Bilinçaltımıza kodlananlar, kaygılar, korkular, alışkanlıklar bu gizli kapaklı konunun, cinselliğin, yalan yanlış, kimi zaman görev, kimi zaman asıl ruhunu unutarak yaşanan bir şey haline gelmesine neden oluyor. Ve hayatımızın, içgüdülerimizin önemli bir parçasındaki aksaklık tüm ruhumuzu, mutluluğumuzu alıp götürüyor. 

Seda Diker ilişkiler konusunda danışmanlık yapan, yazılarıyla, kitaplarıyla kitlelere ulaşan bir ilişki koçu aynı zamanda tantra uzmanı. "Haz" ise ilişkilerin olmazsa olmazı cinsellik konusunda tıkanmalar yaşayan ve farklı sorunları olan üç kadın üzerinden cinsellikte en yüksek mutluluk derecesine ulaşıp bütünsel bir doyuma ulaşmanın yollarını, bu yolla duygusal, zihinsel olarak da aşkı, ilişkileri yaşamanın süreçlerini anlatan bir kitap.

Uzun yıllardır evli olup artık neredeyse "görev" halinde cinsellik yaşayan İpek'i, hayatındaki adamları kaybetme korkusu nedeniyle sex kölesi haline gelmiş Arzu'yu, aile baskısıyla bekaret takıntısıyla sağlıksız ilişkiler yaşayan Nihan'ı okurken hikayeleri öylesine tanıdık geliyor ki... Aslında çoğu toplumsal olmak üzere, kadına erkeğe evrensel olarak yüklenen saçma sorumluluklar, zamanla değişen modern dünya ile kadının ve erkeğin doğadan gelen görevleri haricinde birbirlerinin görevlerini yüklenmeye başlaması, çocukluktan bilinçaltına kodlanan saçma tabular, korkular, kaygılar sorunların temel kaynağını teşkil ediyor.


Kahramanlarımızın üçü de danışmana gidiyor ve orada kitabın asıl misyonu ortaya çıkıyor. Uzun uzun terapi süreçlerinden bahsediliyor. Üç kadının hikayesi dedim ama aslında bunlar bence yazarın danışanlarının genel sorunlarının yansıtıldığı üç karakter olarak karşımıza çıkıyor yoksa bazen "bir dakika bu adamla bu kahraman hangi arada bu kadar yakınlaştı" gibi boşluklar yaşayabilirsiniz. Çünkü kahramanların tanışması hikayesinden sonra bir sonraki bölümde yatak odasına geçiliyor. Ama bu söylediğim bir eleştiri değil. Çünkü yazar zaten peşinen üç kadının sadece yatak odası hikayelerini okuyacağımızı söylüyor. "Cinsellik satar" kuralından hareketle merakla okunan hikayeler bunlar.

Kitabın asıl amacı ise ilişkilerin bedensel, duygusal, zihinsel ve ruhsal olarak bir bütünlükle yaşanıp tam doyuma ulaşmanın yolunu çizmek. 

Kitapta ilgimi çeken bazı bölümlerden bahsedecek olursam:

Erkek cinselliğini bedenini dışında, kadın içinde yaşar. Dolayısıyla kadın cinselliği kalbiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle cinsellikle ilahi sevgiye ulaşmak kadın için mümkündür, erkeğe ise bunu ancak kadın öğretebilir. 

Zaman içinde modern toplumun da getirdikleriyle eril davranışlar gösteren kadınlar, dişil davranışlar gösteren erkeklerin sayısında büyük bir artış olduğu ve bu tarz rol değişimlerinin de ilişkilerin sağlıklı yürümesinde büyük bir sorun teşkil ettiğini vurgulamış Seda Diker. Her zaman bu kimliklere göre hareket edilmesi içgüdülerimiz gereği kadın-erkek ilişkisini ve cinselliği "haz" odaklı yaşamamızın birinci şartı olarak önümüze konuluyor.

Kadının birçok alt kimlik taşıdığı ve alt kimliklerin tümünü birden erkeğine göstermesi ile ilişkinin "tam, olmuş" bir ilişki kıvamına geleceği de vurgulanmış. Bu alt kimliklerin tümünün birden bir matruşka bebek misali katman katman ilişkide açığa çıkması gerektiğinden bahsetmiş. Bu alt kimlikler ve ilişkide taşıdığı anlamlarsa birkaç cümleyle şöyle yansıtılabilir:

Bakire: Masumiyet, arınmışlık, adanmışlık.
Orospu: Bir erkek fahişeyi ayağına getirir, orospununsa ayağına gider. Kadının içinde taşıdığı cinsel gücü ve çekiciliğini aurasıyla yansıtmasıdır.
Özgür kadın: Kadının merkezinde ilişkisi ya da erkeğinin değil, kendisinin olmasıdır.
Cadı: Kadın yüksek sezgileriyle ilişkinin seyrini hissedip bir şifacı gibi davranır.
Lolita: Kadın isteklerini doğrudan belirtir, almayı bilir, vereni mutlu eder.
Anne: Şefkatli, fedakar, koşulsuz sevgi sunan tarafımızdır.
Bilge kadın: Piramitin en tepesindeki kimliktir, ilahi sevgiyi taşır, kalbi ve ruhuyla erkeğine ulaşmıştır.

Tüm bu dikkat çekici noktaların yanında tantra gibi tekniklerle, kundalini enerjisi ve çeşitli terapi yöntemleriyle çakraların açılıp mükemmel cinsellik, boşalmadan orgazm gibi üst seviyeye ulaşma aşamalarından da bahsedilmiş. Kitap kahramanların mutlu sonlarıyla son buluyor. Her şeyin başlangıcının koşulsuz sevmekle başladığını hatırlatarak.

Hikayeler ilgi çekici, magazinel bir yanı bile var bu hikayelerin, diğer kısımlarda ise alınacak, akılda tutulacak çok şey var hele ki bizimki gibi cinselliğin çok farklı şekilde algılandığı bir toplumda.

21 Ocak 2014 Salı

Biraz da Güzellik

Kendimi bildim bileli hep problemli bir cildim oldu. Daha doğrusu ergenlikte pek ortalıkta görünmeyen sivilceler 19 yaşımdan sonra başıma epey bela olup 3-4 yılda bir nüksederek ciddi tedavi süreçlerine girmeme neden oldu. Bu tedavilerde hormon hapları, antibiyotikler, A vitamini bazlı ağır ilaçlar kullanıldı, pahalı kozmetiklere, doktorlara ne paralar döktüm. İşin ilginç yanı o kadar dikkat ederim, sakınan göze çöp batar misali yine olan yüzüme olur. Boyundan aşağısı başka birine aitmişçesine pürüzsüz, yumuşacık ama yüzümde lekeler, sivilce izleri… Sakınan göze çöp batıyor, o bir gerçek! Çünkü vücudum için tek yaptığım arada bir kese yaptırmak, beyaz banyo sabunu ve Nivea’nın vücut losyonunu kullanmak… Yüzüme ise özel yıkama jeliyle temizlemek, nemlendirici kullanmak, dışarı çıkıyorsam güneş koruyucusuz kafamı dışarı uzatmamak, cilt bakımları, özel su bazlı makyaj temizleyicisi kullanmak, yüzümü yıkamadan asla yatağa girmemek, gece kremini ihmal etmemek… Halbuki benim öyle arkadaşlarım var ki yüzü için evinde bir ürünü bile yok! Hani bir nemlendirici, bir yıkama jeli filan ve cilt ayna gibi, haksızlık buna denmez de neye denir?


Bu yıl da ufak ufak sivilcelerle baş edememeye başlayınca soluğu doktorda aldım. Hakan Erbil kendini kanıtlamış başarılı bir doktor. Cildimi muayene ettikten sonra cilt altında yüzeye çıkamamış pek çok sivilce olduğunu tespit edip Roucatanne kullanmamı tavsiye etti. 20’lik dozla başladık ama her akşam şiddetli burun kanamalarım yüzünden ilk aydan sonra 10’luk doza düştük. Daha önceki tedavi süreçlerimde de kullanmıştım, hatta 40 mg’a kadar da çıkmıştım ama o zaman cildim daha kötüydü. Ancak o zaman da şimdiki gibi leke sorunum yoktu.

6 ay kadar 10’luk Roucatanne tedavisi bittiğinde ilacı kullanma zamanımın yaza denk gelmesinin de etkisiyle burnumda, yanaklarımda ciddi güneş lekeleri oluştu. Fondöten bile kapatmıyordu öyle diyeyim. Ancak ne zamanki kış sezonu başladı, cilt rengimde hafif bir açılma oldu.

Roucatanne’ı bırakışımın ardından yaklaşık 2 ay ara verdim. Sonra lekeler için Hakan Bey’in kapısını bir kez daha aşındırdım.

Daha önce antibiyotik tedavisi sonrası 3 seans kadar kimyasal peeling (gerçekten güvenilir bir yerde ve iyi bir ürünle) yaptırmıştım. Kimyasal peelingten sonraki süreçte cilt lekelerimin daha çabuk oluştuğunu fark ettim. Kimyasal peeling yaptırmak istemiyordum o yüzden.


Öncelikle bana Dermaceutic isminde muhteşem bir markanın dört tane kremini verdi. Yellow Cream adında geceleri yatarken leke üstlerine uygulanan bir krem, sabahları K Ceutic isminde rahatlatıcı bir krem, Sun Ceutic adında güneş koruyucusu ve ileriki aşamalar için Spot Cream. K Ceutic akşamki soyma açma işlemi sonrası rahatlatıcı bir etki bırakıyor. Bildiğiniz üzere peeling işlemleri genelde kızarıklık, yanma gibi etkilerle günlük yaşamınızı etkiler, işte bu krem onu engelleyerek müthiş bir ferahlama veriyor, cilt renginiz açılırken kızarıklık, yanma, batma, kaşıntı gibi hislerin yerine lekeli de olsa parlayan bir ciltle dolaşıyorsunuz. İlk üç kremi 15 günlük süreçte kullandıktan sonra Milk Peel yaptırmak üzere yeniden muayenehaneye gidiyorum. Milk Peel de kimyasal peeling mantığında yüzünüze sürülüyor, hafif yanma batma hissedince temizleniyor ancak kimyasal peelingten farklı olarak sonrasında kızarıklık, yanma, batma, kaşıntı olmuyor.

Bu ilk seans milk peel’in ardından 3 gün Yellow Cream’e ara verip 15 günlük süreçte yeniden aynı üçlü kremi kullanmaya devam ettim. 15’inci gün bu kez Milk Peel ile birlikte Spot Peel işlemi yapıldı. Milk Peel uygulandıktan sonra yüzüm yıkanıp kurulandı ve Spot Peel ürünü yüzüme uygulandı. 4 saat kadar cildimde kaldıktan sonra yüzümü yıkadım ve K Ceutic ile Sun Ceutic’i kullanmaya devam ettim. Yüzümde ince ince soyulamalar, kızarıklıklar olsa da özellikle K Ceutic sık aralıklarla uygulanarak günlük hayatı etkileme hali ortadan kalkmış oldu.

Spot Peel’den iki gün sonra uzmanla konuşarak reaksiyonlar hakkında bilgi verdim, her şeyin yolunda olduğunu öğrendim.

Bir hafta sonra da Spot Creamle yola devam ettim, aradan yaklaşık 1 ay geçtikten sonra bu kez tüm yüze değil, sadece lekelerin yoğun olduğu bölgelere Spot Peel işlemi bir kez daha uygulandı. Bu peeling işlemlerinin en güzel yanı ciltte aşırı derecede reaksiyon vermeden ince ince soyma yapması oldu benim açımdan, tabi ki herkesin cildinin toleransı başka ancak özellikle akşam soyma-açma kremi kullandıktan sonra sabah sürülen neredeyse merhem kıvamındaki K Ceutic mucizevi bir krem!


Henüz tedavinin sonuna gelmedik, bu fotoğraf da 8 ayda kaydedilen aşama görünüyor ancak son fotoğraf da 2 ay önce çekildi. Yani tedavi halen devam ediyor.

Cilt gerçekten sabır işi, bir günde pürüzsüz bir cilde sahip olmak mümkün değil, aylar, hatta yıllar sürebilir. O yüzden istikrarı bozmadan, doktorun sözünden çıkmadan sürece devam etmek gerekiyor, tabi ki kendinizi emin ellere bırakarak başlıyor bu süreç. İyi araştırmak, işinin ehlini bulmak, doktora güvenmek ve enerjisini sevmek de çok önemli. Neyse ki ben sonuçtan memnun kaldım. 

12 Ocak 2014 Pazar

Affet/Unut

Yapılan bir araştırmaya göre sosyal medyanın en gıcık olunan tiplerinden birisi sürekli spor yaptığıyla ilgili paylaşımlarda bulunanlarmış. Bu açıdan bakıldığında ben de gıcık olunanlar arasındayım sürekli spordaki akrobatik hareketlerle ilgili fotoğraflarımı, spor salonunda check-inlerimi paylaşıp duruyorum, sık sık burada da bahsediyorum.

Aslında spora ilgisi olmayan birinin bu muhabbetlerden bayılması işten bile değil. Hani çocuk rahmine düştüğü andan itibaren bulduğu her platformda annelikten ve çocuğundan bahsedip duran tipler misali… (büyük konuşmak istemiyorum!)

Benim sporun yanında üye olduğum spor kulübüne de bir bağımlılığım var. Gerçekten oraya üye olup düzenli gelen herkeste bağımlılık derecesine gelmiş bir şey. Yaklaşık bir yıl önce kapanacağı haberlerini duyunca öyle bir direniş gösterdi ki üyeler mecburen devretmek zorunda kaldılar işletmeyi. Yeni yönetim de farklı politikalar izleyip çoğu zaman çalışanlarını, zaman zaman da biz üyelerini epey üzse de üyeler ve çalışanlar arasındaki organik bağ hep bizi bir arada tuttu.



İşte böyle mutlu mesut yaşarken Salı akşamı saunaya giren bir adamın ateşin üzerine esans dökmesi neticesinde küçük çaplı bir yangın çıkmış kulüpte. İşin ilginç yanı Salı günü çantamı hazırlayıp arabamın arkasına atsam da tüm gün bir isteksizlik, bir mızmızlanma sonucu, akşamüstü dersimi iptal ettim. Eve gitmeye ve biraz dinlenmeye ihtiyacım vardı. Kitabımı alıp ayaklarımı uzatmıştım ki bizim whatsapp grubuna haber düştü, ardından kızlardan birinden bir telefon “geleceksen gelme, yangın çıkmış, itfaiyeler geldi şimdi”. İnsan evi yanmışçasına üzülüyor, birine bir şey olmuş mudur, kapanır mı, tereddütleri arasında neyse ki yangın söndürülmüş, esans döken adam haricinde kimseye bir şey olmamış ve spa bölümü dışında tesisin çalışmaya devam edeceği duyurulmuş.

Facebook hesaplarında üzüntüsünü belirten bizler kadar, zamanında kulüpte çalışıp bir şekilde işler istediği gibi gitmeyince ayrılanlar, zamanında üye olup sonra başka yere üye olanlar, tesisin kapısından içeri girmemiş başka kulüplerin üyeleri ve halen üye olup nedense tesis yönetimine gıcık olan insanlardan “oh olsun” gönderileri düşmeye başladı.

Ne olursa olsun bu kötü bir olay. Yönetim boktan da olsa, oradan ekmek yiyen onlarca insan var, yıllarca emeğini vermiş insanlar, oraya gidip mutlu olan insanlar var. Bu düşüncelerin zihinden geçmesi bile bir arıza… Hadi içgüdüsel bir dürtüyle bunların akıldan geçişi neyse de dile dökülmesi, ortak platforma yansıtılması nasıl bir ruh hastalığı çözemedim. Canımı çok yakmışlara bile “oh olsun” düşüncesi aklımdan geçtiği anda utanç duyarım ben, tamam sen karışma bu büyük bir iş, seni aşar diyorum mesela kendime. Senin bilmeden, istemeden birine yaptığın bir kötülük yüzünden başına bir felaket gelsin ister misin, diyorum. Ağzımın payını kendi kendime verip “inşallah iyi olur” diyorum o kadar.

Her şey insanlar için, herkesin başına her şey gelir, herkes her şeyi yapabilir. Ben kendi davranışlarımın bile garantisini veremezken elimde olmayan şeylerin başıma gelmeyeceğini varsayarak nasıl böyle rahat konuşabilirim?

Affetmek en iyisi, zaman ve evren icabına bakar, sen de buna harcayacağın enerjiyi güzel şeylere harcarsın belki, daha iyi olmaz mı?



11 Ocak 2014 Cumartesi

Bir yılbaşı hikayesi: Antakya!

Yeni yıla başka bir yerlerde girmeyi seviyorum ben. Gitmenin bahanesi çok bende. Bunaldım, daraldım, gideyim bir yerlere; kutlama mı var, gidelim bir yerlere.


Başka bir ülke görmek çok heyecan verici, yaşadığın ülkenin kıyısını köşesini keşfetmek ayrı keyif verici. Süre 4 gün, tatil planı yapmak için zaman kısıtlı olunca benim aklıma Türkiye’de görmediğim ama hep görmeyi istediğim bir yer geldi.

Antakya’dan hep medeniyetler beşiği, üç dinin, bir sürü milliyetin bir arada yaşadığı mozaikler şehri olarak bahsedilir, yemekleri, tatlıları dillerde. Gidip görmek için bahane de varken uçak biletleri, oteli ayarladık, gezme programını da yapıp düştük yollara.


Cumartesi sabah erkenden uçağımız varken Cuma gecesi ateşim 38.5’a kadar çıktı. Olmadı bir gün sonra gideriz derken, acile gidip birkaç iğne, ilaç takviyesiyle cumartesi sabahı 4’te uyanıp valizimi toparladım ve 8’deki uçakla Adana’ya geçtik. Ardından otogara ve Antakya’ya. Her ne kadar 2 saatlik bir mesafe olsa da 4 saatte gidebildik ve gerçekten yol boyu çoookkk sıkıldık. Bindiğimiz otobüsün İstanbul’dan geldiğini duymak biraz da olsa şikayet etmemizi engelledi ama.

Antakya’da şehrin dışındaki Ottoman Palace’da kaldık, Ottoman Palace’ta kalmayı düşünüyorsanız saat başı şehir merkezine, yarım saatlerde de şehir merkezinden otele servis var. Dolayısıyla ulaşım sıkıntı yaratmaz. Otel Osmanlı konseptinde olduğu için gereksiz süslü ve şaşalı geldi bana açıkçası, sütunlardaki padişah resimleri ile yılbaşı dolayısıyla korkuluklardan sarkan Noel Babaların uyumuna da diyecek yoktu! 

Yemeklerini de beğendiğimi söyleyemeyeceğim maalesef. Salatamın içinden yarısı ısırılmış köfte bile çıktı! O süs ve şaşa, odaya çıktığınızda yerini ucuza kaçmaya bırakmıştı. Otel termal otel, ben termal turizmine, dolayısıyla otelde kalmaya gitmemişim, niyetim Antakya’yı gezmek ve yılbaşı programına katılmak olmasına rağmen 5 yıldızlı standardına gelememiş bir yer olduğunu söylemek isterim. Şehir merkezindeki Savon Hotel’i tercih etmekte fayda var, bambaşka bir havası var, kaliteli duruyor en azından.

Antakya’ya adım atar atmaz Büyük Antakya Oteli’ne valizleri bıraktık ve karnımızı doyurmak üzere Antakya’nın sokaklarına daldık. Abdo Döner’de döner ve ayran ziyafetinden sonra kahvelerimizi Affan Kahvesi’nde içtik.



Antakya’da geçirdiğimiz her gün Affan Kahvesi’ne mutlaka uğradık, burası bildiğiniz yaşlı amcaların oturup sohbet ettiği, kağıt oynadığı kahvelerden. Cam bardaktaki Türk kahvesi, çayı bir harika, kendi yaptıkları salebi ise gerçekten bugüne kadar içtiğim en güzel salepti. Bir de buranın meşhur bir güllü tatlısı var, ismi haytalı. Fosfor pembe renkli, güllü tatlının görüntüsü beni pek cezbetmedi o yüzden tadına bakmadım ama 4s’da birçok övgü almıştı. Bilgilerinize.

Ardından çarşı içinde ayakkabıcılar çarşısı içinde çay bahçelerinin olduğu Çınaraltı’nda künefe yedik.
İlk gün şehir merkezinde biraz turladıktan sonra valizleri alıp otele geçip dinlendik.

Ertesi gün kahvaltı sonrası yeniden şehir merkezine attık kendimizi. İlk iş Affan Kahvesi’ne gidip birer salep, birer kahve yuvarladık, şehir haritasını inceledik, önerileri okuduk. Bu arada maalesef göz açtırmaz bir yağmur ve soğuk yanında benim antibiyotik, ilaç ve vitamin takviyeleri ile ayakta durmam keyfimizi kaçırdı. Günlerden Pazar olması nedeniyle ziyaret etmek istediğimiz kiliselerin tamamında ayin nedeniyle içeri giremedik, ziyaretleri başka güne bırakıp Antik Cam Evi ve Savon Hotel’i dolaştık. Ardından Antakya’nın meşhur Arkeoloji Müzesi’ne gittik.


Taşınma işlemleri nedeniyle müzede çok az sayıda eser kalmıştı maalesef. Meşhur “kem göz mozaiği”ni göremedim. Yeri gelmişken Romalılar döneminde nazarlık olarak kullanılan bu mozaiğin kötü enerjiden koruduğuna inanılıyormuş, üzerindeki yazı da “sen de” demekmiş, yani benim hakkımda düşündüklerin seni bulsun misali. Gel de nazara inanma şimdi!



Müzede bir lahit ve birkaç mumya kalmış görülmeye değer, geriye kalanından beklediğimizi bulamayınca midemize aradığını bulduralım diyerek Anadolu Restaurant’ta aldık soluğu. Antakya’ya gelmişseniz içmeseniz de o mezelerin tadına mutlaka bakmak gerek. Hastalığım nedeniyle rakı içemesem de humus, cevizli biber, zahter salatası ve yoğurtlu patlıcana sıcak ekmekle yumuldum. Hastalıktan dolayı ağzımın tadı pek yoktu ama yine de denemeye değer. Anadolu Restaurant haricinde ikinci bir seçenek de Sultan Sofrası. Ancak bizim oraya gitme fırsatımız olmadı.



Buraya bir parantez açıp Antakya şehir merkezinde fiyatların çok ucuz olduğunu belirtmek isterim, bu rakı sofrasına 38 TL verdik mesela. En meşhur künefecide künefenin porsiyonu 5 tl, Affan Kahvesinde 2 salep, 2 kahve ve suya ise 8 tl ödedik!

Yağmur ve soğuk hastalığımı iyice tetikleyip hava da kararınca akşam yine otele attık kendimizi. Akşam otelin spasında masaj yaptırdım. Otel bu konuda da sınıfta kaldı, yağı vücuda yedirmek masaj olmuyor maalesef. Deneme amaçlı yarım saatlik klasik bir masaj denemiştim, beğenmem durumunda ertesi günlerde farklı masajları da yaptıracaktım ancak gerek olmadığını gördüm.



Bir sonraki gün planımız ise civardaki Samandağ ve Harbiye’ye gitmekti. Araba kiraladık 4s ve tabelalar yardımıyla önce Samandağ’ına gittik yine göz açtırmaz bir yağmur eşliğinde. Samandağ’ın şehir merkezinde biraz turladıktan sonra Roma döneminden kalma Titus Tüneli ve kaya mezarlarını ziyaret ettik. Antakya’ya geldiğinizde mutlaka bu çok iyi korunmuş kalıntıları görmenizi tavsiye ederim. Yağmur nedeniyle ıslanan taşlarda yürümek biraz maceralı olsa da son derece keyifli bir tur oldu bizim için.



Yağmurda iyice üşüyüp karnımız da acıkınca yeniden Samandağ’a dönüp deniz kenarında hem pansiyon, hem restoran olarak işletilen Letonya Balık Restoranı – Kel Sabit’in Yeri’ne gittik. Bizden başka kimse yok, ısıtıcıyı tam sırtıma yerleştirdim, birer bira söyledik, taze deniz ürünleri ve balıktan sipariş verdik. Hastalık filan halt etmiş, o ağzımın tadının bozuk haline rağmen karidesini, kalamarını, barbun tavasını ve salatasını bayıla bayıla yedim. Üzerine bir poşet kendi bahçelerinden toplanmış mandalinayı da yolluk olarak verdiler. Burası Antakya to-do-listlerinde ilk sıraya yazılmalı, o kadar diyorum!


Havayı karartmadan şelaleleri de görmek için Harbiye’ye doğru yola çıktık. Soğuk, yağmur şırıl şırıl akan şelaleleri pek cazip hale getirmese de yağmurun da ayrı bir güzellik kattığı da bir gerçek. Eminim yazın su içindeki masalarda yemek içmek daha keyifli oluyordur ama şartlar böyle ne yapalım! Mozaik Restaurant’ta oturup bol bol çay içtik biz de. Mozaik’in tuzda tavuğunu çok övdüler ancak 3 saat önceden sipariş vermek gerektiğinden deneyemedik, belki bu yazıyı okuyanlar için faydalı olur diye belirtmek istedim. Antakya’da her daim, her yerde güzel bulacağınız bir şey varsa o da çay, kahve.





Akşam yine otelde, termal havuzda ısınarak geçti.

Yılın son günü erkenden şehir merkezine indik. Affan Kahvesi’ne uğradıktan sonra Pazar ayinlerinden gezemediğimiz kiliselere gidelim dedik. Protestan ve Ortodoks kilisesinin kapalı saatine denk geldik, Katolik kilisesini ise kapanmadan 5 dakika önce yakaladık. Biz “gri şehir”de yaşadığımızdan yol kenarlarında bahçelerde portakal, greyfurt ağaçlarıyla karşılaşmak oldukça ilginç geliyor. Ardından meşhur St. Pierre Kilisesi’ne doğru gidecekken oranın da tadilatta olduğunu öğrenip oradan da eli boş döndük. 


Biz de kendimizi yine yemeğe vuralım dedik ve Antakya’nın en meşhur künefecisi Çınaraltı Yusuf Usta’da kömür ateşinde künefe yemeye gittik. Antakya’da künefe denilince ilk tavsiye edilen yer burası ve ne tesadüf ki biz gittiğimizde künefeyi hazırlıyorlardı, böylece yapım aşamasına ve pişmesine de tanık olarak küçük bir künefe belgeseli bile hazırlayabildim. Instagramda, facebookta, foursquare’de paylaştığımda ise çok kişi isyan etti ne yalan söyleyeyim, isyan edilmeyecek gibi değildi gerçi. Tadı da evlere şenlik, hadi bunu da yazın to-do-liste!

Ardından Antakya’nın meşhur Uzun Çarşı’sında alışverişe çıktık. Buraya geldik ne alınır derseniz: Ben öncelikle kem göz mozaiğinden magnetler aldım, hatta bunların Antakya’da çıkarılan özel taş üzerine yapılmışları da var, nazarlık olarak da kullanılıyor. Sonra defne sabunu, nar ekşisi, Antakya’ya özgü peynir ve çökelekler, zeytinyağı, biber, patlıcan kuruları da seçenekler arasında. Ben gittiğim yerin mutfağına özgü şeyleri almayı seviyorum, ayrıca bir sabun takıntım da vardır, o yüzden Antakya tam bana göre bir yerdi açıkçası.

Alışverişler de bitince son durak olarak Cabaret Bar isminde şahane bir mekanda biralarımızı medeniyetler beşiğine kaldırdık. Antakya’da değil de İstanbul’un, Ankara’nın göbeğinde, atmosferi çok farklı bir yer burası. Mutlaka uğramalı iki tek atıp çıkmalı.

Ardından otele döndük, akşamki eğlencede oturma planı için kura çekimine katılıp hazırlandık. Otelin balo salonunda Hatice’yi izledik. Yılbaşı eğlencesinin ardından otelin bahçesinde dilek balonları uçurup mangal partisine de katıldıktan sonra sabah erken saatteki uçakla Ankara’ya döndük.

Yeni yıla gezerek girdik, tüm yıl gezelim diye. Ben yeni yılda en az 5 yeni ülke görmek istiyorum, evrene yolladım mesajımı, şimdi olsunJ

*Kemgöz mozaiği fotoğrafı "motosikletveötesi" sitesinden alıntıdır.





7 Ocak 2014 Salı

Preview of 2014

2013’ü geride bıraktık. Her yıl sonunda zaman zaman zihnimden, zaman zaman kağıt üzerinde, olmadı sanal ortamda bir önceki yılın muhasebesi sonrası, önümde uzanmış 365 günde yapılması hedeflenenleri bir liste haline getirip yılsonunda genellikle o listeyi hatırlamıyorum bile!



2014’e girerken de "tamam 2014 sağlıklı beslenmeye başladığım yıl olacak, daha çok okuyacağım, daha çok yazacağım, kişisel bakımıma daha çok özen göstereceğim” diye uzayıp giden listem 3 Ocak itibariyle meydana gelen bir arkadaş toplaşması sonrası yalan oldu.

Bugün itibariyle fark ettim ki bazı şeyler insanın üzerinde zoraki duruyorsa uzun süre durmuyor. O yüzden yılbaşında yapılan o listeleri unutup gidiyoruz yılın sonunda, elimize geçse utanç duyuyoruz, suçluluk hissediyoruz. Başkasının gazı, kendinin itelemesi de bir işe yaramıyor. Sağda solda bol bol yeni yıl kararları yazısı okudum. Benimkilere benzer şeyler yazıyor, mesela diyor ki “düzenli spor yapacağım”. Bak işte ben o konuda hiç karar almadım bugüne kadar, hiç de öyle uzun zaman kaytarmadım, neden? Çünkü yaşamımın bir parçası, mutluluk kaynaklarımdan biri olmuş spor, yapmam gerekenden fazlasını bile yaptığımı düşünüyorum. Öte yandan sağlıklı beslenme deyince o elbise benim üzerimde bence eğreti duruyor. Seviyorum çünkü yemek yemeyi… Yerken sohbet etmeyi, yeni bir şeyler tatmayı, birkaç kadeh bir şeyler içip çakırkeyif olmayı. Sağlıklı beslenmeyi uygulasam bu keyiften mahrum kalıp mutsuz olacağım. Sonra da “öööeeehhh yeter ama” deyip dünyayı yeme eğilimine gireceğim.

Okuma yazma meselesi mesela. Üzerinde ciddi anlamda emek sarf edilmesi gereken, sizin %100 aktif rol oynadığınız bir şey. Bambaşka bir hazzı var o bir gerçek ancak öte yandan zihninizle, aklınızla, duygunuzla o kitaba sarılmanız, o yazıyı tüm benliğinizi vererek yazmanız gerekiyor. Ancak çoğunlukla öyle bir an geliyor ki tüm gün dışarının kahrını çekip eve kendinizi zar zor atmışsınız, günlük koşuşturmadan, iş stresinden, insan ilişkilerinin yorgunluğundan kafa kazan gibi olmuş, insan sadece tüm ağırlığını bir koltuğa bırakıp boş boş oturmak istiyor. Televizyon o yüzden çok seviliyor bu ülkede. Çünkü siyasetinden, ekonomiye hatta gündelik yaşamlarımıza yeterince karmaşık bir gündemimiz var, hayatlarımız zor; hiçbir emek sarf etmeden karşısında oturup zihnimizi boşaltabildiğimiz bir şey var, hangimiz izleyecek hiçbir şey bulamadığımız halde saatlerce kanal değiştirerek başında oturmadık ki o meretin? Kitap okumak hatta film izlemek bile bir emek halbuki. Konsantre olacaksın, baştan sona kendini vereceksin, kendince mesajlar çıkaracaksın, dikkat edeceksin.

Kişisel bakıma gelince asla makyajla ve dişlerini fırçalamadan uyumayan biriyim, kremlerimi de ihmal etmiyorum, herkesin hayret ettiği bir huyum var: Her akşam ojelerimi çıkarıp her sabah yeniden sürüyorum! Buna rağmen arada yeter deyip yağlanmış saçlarımla dolaşmak istiyorum, manikürüm pedikürüm gelse de yaptırmaya üşeniyorum. Alışkanlığın olanları, olmazsa olmazlarını iki elin kanda olsa yapıyorsun ancak diğerleri için zaman geliyor ipin ucunu bırakmak istiyorsun. Çünkü insan arada bir kendini salmak istiyor ya da sürekli bakım halinde dolaşıp kendini kasmak yerine arada gevşemek istiyor.



Yeni yılın altıncı gününde bu yıl farklı bir şey olmalı dedim. Mesela şunlar geldi aklıma:

Kendini ne mutlu ediyorsa onu yap. Zorunluluktan, yapılması gerektiğinden bir şeyleri yapıp kendini zorlama. Evin pislik içinde ama senin de temizlik yapasın yok mu, bırak kalsın, kimse birazcık kirden ölmez! Nasılsa bir gün bir şey dürtecek ve o evi canı gönülden temizlemek isteyeceksin!

Kendini de, çevrendekileri de rahat bırak. Ne kendini, ne başkalarını zorlayarak güzel alışkanlıklar kazandıramazsın, kötü alışkanlıklardan vazgeçiremezsin. Sadece kendine yokuş, etrafını da gerim gerim geren biri olur çıkarsın. Her şeyi olduğu gibi kabul etmek en zoru olsa da, en güzeli. Bazı şeyleri sadece zamanın halledebileceğini de unutmamak gerek, ya sabır!

Anı yaşa, keyif al. Bu da hayattaki en zor şeylerden biri. Geçmişi unutmak, geleceği yok saymak. Ne geçmiş var, ne gelecek ancak biz sadece “şimdi” yokmuş gibi davranıyoruz. Geçmişi geride bırakmak üzüntüye, geleceği unutmak kaygılara son verecek. Sadece içinde olduğumuz “an” var, onu yaşa, gerisini zamanı gelince düşünürsün.

Tek derdin, kaygın, çatışman kendinle olmalı. Başımıza ne geliyorsa biz seçiyoruz. Bence mutluluk/mutsuzluk bile bir tercih. Artık olanlardan dolayı dış etkenlere fatura çıkarmak, suçlamak yerine, “böyle bir şeyi ben neden seçmiş olabilirim” diye düşünmek en güzeli. Tabi bunu da “neden ben” diye arabeske bağlamadan. Hayatta en kolay değiştireceğin şey sadece sensin, bunu hatırla. Bunun yanında kendine şefkat göster, kendini şımart, mutlu etmek için elinden geleni yap, kendine kötü gelen her şeyden uzak dur. Dünya onun çevresinde dönüyor çünkü, dünyayı güzelleştirmenin başlangıcı "sen"den başlıyor.

Söylenecek daha çok şey var belki. Klasik temennilerle yeni yılın ilk yazısı bitsin.


Sağlık, mutluluk, aşk, sevgi, saygı, huzur, barış, ailem, sevgilim, dostlarım, bol seyahat, bol spor, bol para, şans, müzik, film, kitap, yazı, blog:)))


*Fotoğraflar internetten alıntıdır, kaynağını maalesef bulamadım.