17 Nisan 2013 Çarşamba

Hatırlasaydık hayat imkansız olurdu, mesele unutmak zorunda olduklarımızı seçmekte



Bir zaman, uzun bir zaman önce, bol yaralı bir süreçten geçip eli kolu yerinde duruyor mu diye yoklayan insanlar misali, kendimi yoklamıştım, hayat nedir, nasıldır diye. Acılardan, sevinçlerden müteşekkil, iniş çıkışlardan, kötülerden iyilerden... İşte bu iyi bilinen ama klişe olmaktan öteye geçemeyen bir tarif. "İyi"ken, "mutlu"yken hayat nedir, nasıldır diye kimse düşünmez ama kötü bir şey geldi mi hadi dal derine, bulmaya çalış cevabını.

O zaman hayatının bir mucize olduğunu anlıyorsun işte, yara bere içinde o yollardan geçip geldiğin noktada anafikri bu oluşturuyor. Sonra bir sürü çıkarım, bu süreci ancak onu yaşayanların anlayacağı bir sürü söz, düşünce geçiyor aklından.

Ben o zamandan bir süre sonra şunu düşünmüştüm: Tanrının insana en büyük hediyesi alışmak. Unutmak diye bir şey insan ömründe yok ama alışmak diye bir şey var. O ilk acıları, mideyi ağıza getiren sevinçleri ömrümüzün sonuna kadar aynı hisle nasıl yaşardık! Bence vücudumuzdaki yaraların iyileşmesi bile aynı mantıkla işleyen bir şey ama bazılarının izi kalır, orası da kesin! Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama geçenlerde müthiş bir söz okudum bir yerlerde:

"Hatırlasaydık hayat imkansız olurdu, mesele unutmak zorunda olduklarımızı seçmekte." diyordu.

Bir de nasıl sorusunun cevabı olsa keşke. Çünkü şunu da biliyorum, o sancılı günlerde içten içe hep şunu dilerdim, "uyuyayım, üzerinden çok uzun bir zaman geçmiş olsun, uyandığımda 'normal' hissetmeye başlayayım". Yok tabi öyle bir dünya! Özümseye özümseye, anı anına bu süreci geçirmelisin, hani hapı yok ki bunun, ağzına attın mı "hooooppp geçti" diyesin.



İşte o noktada sabır giriyor devreye ki, bende eser miktarda bile bulunmaz o zıkkım. Sabredemedikçe daha da işkenceli bir süreç başlar. Sabah uyanır uyanmaz "ben kimim, neredeyim, burası neresi, bugün günlerden ne"den önce ilk akla gelen ya "inanamıyorum, gerçekten bunu yaşadım mı" olur ya da "allah kahretsin başıma bu gelmişti, değil mi". Derin düşünceler, içine büyük ihtimalle senin elinde olmadan sokulan bıçağı kendi kendine defalarce çevirmeler, ağlamalar, sızlamalar, yakınmalar... Hayat bitti sanmalar.

Oysa ki önemli olan krizi yaşamak değildir, krizi nasıl aşacağını bilmektir. Başına gelene veryansından çok bunu nasıl geçireceğine mesai harcamak ise en güzeli. Herkes kendine neyin iyi geldiğini bilir neticede. Mesela ben dışarlarda olursam, sevdiklerim yanımda olursa ve içimdeki her zerreyi cümlelere dökersem, iyi göründüğümü bilirsem bu bana hep iyi gelir. Aksine eve kapanır, yalnız kalır, pasaklı pasaklı ortalarda dolaşırsam bunalımın en dibi neymiş görmüş olurum.



Sonra mucize başlar, yavaş yavaş geçer. Hani bir yara vardır, siz nasıl kapandığını anlamadan bir sabah bakarsınız ki kapanmıştır. Bir sabah uyanırsınız içinizi oyan o şeyden önce yeni elbisenizi bugün giyince ne çok yakışacağını, buluşacağınız arkadaşınıza ne anlatacağınızı, okumakta olduğunuz kitabın devamını düşündüğünüzü fark edersiniz. Alışmak dolayısıyla da iyileşme evresi başlamıştır işte.

Aradan uzunca bir zaman geçince ise iyi ki yaşamışım, böylesi daha hayırlı olmuş cümleleri kurarsınız. Hayat başınıza bela olanlara bin bedel güzellikler de verdi mi yanında balla kaymak, yine olsun yine de yaşarım, dersiniz!

Hayat kısa, bir sürü güzel şey var çevremizde, sevdiklerimiz, sevindiklerimiz... Ne olduysa oldu, kim gittiyse gitti. Kalan sağlar bizimdir, nasılsa ona da alışırız, haydi asılalım hayata!

10 Nisan 2013 Çarşamba

Keep calm and listen to music

Her insanın bir duyusu diğerlerine göre daha gelişkin olurmuş. Kimisi duyduğunu zihninde daha iyi tutarmış, kimisi gördüğünü.



Mesela ben görsel zekası daha gelişkin olan biriyim. Okul zamanlarında dersi derste dinlersen evde çalışmana gerek kalmaz derlerdi. Dersi derste de dinlesem evde çalışmadan bir şey yapamazdım. Notlar tutardım, ön sıralara otururdum ama kendim okuyup gözümle takip ede ede incelemediysem dersi derste öğrenemezdim.

Şimdilerde dikkatimi çekmeye başladı bu. Mesela birine bir anı, günü, olayı hatırlatmak mı istedim, "hani üzerinde şu şu kıyafetler vardı, şurada durmuştun" gibi görsel detaylarla hafızama alıyorum o anı, günü, olayı. Dinlediğim hiçbir şeyde, hiçbir detayı hatırlamıyorum.



Cumartesi günü 30. Ankara Müzik Festivali kapsamında elime TSK Armoni Mızıkasının konser biletleri geçti. Kıvanç Tepe şefliği, Özgür Ünaldı'nın piyanosu ve yaklaşık 60 kişilik bir orkestra eşliğinde kulaklara bayram bir konser izledik. Ama ben duramadım yine yerimde. Kendime de kızıyorum içten içe, "seversin sen, niye böyle oldu, kapat gözlerini kendini müziğe bırak" diye ama nafile...

Sonra fark ettim, ben yıllardır, durup sadece müzik dinlememişim ki... Hep bir şeylerin fonu olmuş müzik, trafikte, kitabımı okurken, sabah işe gitme hazırlıklarımda, bir yerden bir yere giderken yolda. Halbuki özellikle öğrencilik yıllarımda böyle miydim? Oturur saatlerce müzik dinlerdim. Sonra hayatımı ortasından ikiye bölen bir milat yaşadım, müziğim sustu. Şimdi okuduğum kitapta diyor ki: "Bazen hayatınıza geri kabul edilmek için yapabileceğiniz hiçbir şey kalmaz." İşte ben de asla önceki gibi olamadım. Bu müziksizlik de oradan kalma.

Oysa müzik de hayatın mucizelerinden biri, o 60 kişilik orkestraya envayi çeşit enstrümana bakınca bunu düşündüm, her biri ayrı bir yolla, ayrı bir ses çıkarıyor ama ortaya bütünsel ve etkileyici bir eser çıkarıyor. Tıpkı sözcüklerin ardı ardına dizilip kendilerden çok daha büyük bir güç ortaya çıkarması gibi.

30 Nisan'a kadar festival devam ediyor, belki bir iki güzel konser daha izleme şansını yakalayabiliriz.

Demek ki önümüzdeki günlerde mesaim müzik üzerine olacak biraz, arşivleri karıştırmaya başlasam iyi olacak.


Hafta sonu Ece Temelkuran'ın konuşulup duran Düğümlere Üfleyen Kadınlar kitabına başladım. Şimdilik pek neler oluyor anlamadım ama sürprizler bekliyor beni, hissediyorum, yukarıda geçen alıntı cümle de bu kitaptan.

Hafta sonunun bir diğer güzelliği de nefis bir ihraç fazlası ürünler satan mağaza keşfetmem oldu. Üç elbiseye 45 tl verince insan haliyle mutlu oluyor. Yeri Emek'teki Çukurağa Sofrası'ndan sola döndüğünüzde karşınıza çıkıyor. Hem kimsenin üzerinde olmayan şeyler giymiş oluyorsunuz, hem de hoşuma gitmezse yer bezi yaparım diyecek, gözden çıkaracak kadar para ödemiş oluyorsunuz. Ayrıca yine Çukurağa Sofrası'nın hemen yanındaki küçük çantacıda da nefis şeyler var, kibar bir sahibi var ve fiyatta çok yardımcı oluyor.

Bu ara biraz alışverişe düşecek gibiyim ya hadi hayırlısı...


2 Nisan 2013 Salı

Sevimliyim ama güzel değilim, günahkarım ama şeytan değilim, iyiyim ama melek değilim.

Gezegen hareketleri, kanlı dolunay, geri giden merkür filan derken ve hiç de böyle şeylere inanmazken bir süre sonra dünya üzerindeki etkileşimleri görüp "bir dakika ya tesadüf olabilir mi" deyip kendinizi bunları takip ederken buluyorsunuz. Geçtiğimiz haftalar bir garipti. Bir tuhaf mutsuzluk herkesin üzerinde, herkes bir bunalımda, her iş yarım kalıyor ya da uzadıkça uzuyor. Ne yapsan bir şey eksik ruh hali... En azından ben böyleydim. Sonra bir baktım çevreme, böyle olmayan insan yok! "Eh benden değil, dolunaydan" demek daha gönül ferahlatıcı en azından.


Alfonso Signori'nin Marilyn Monroe'nun hayatını anlattığı kitabı "Marilyn Aşk... Ölene Dek"  bu döneme denk geldiğinden midir nedir, yoksa öyküdeki bazı sıkıntılardan mıdır bilinmez biraz fazla süründü elimde.

Marilyn Monroe 36 yıllık kısa yaşantısına rağmen bir idol olmuş, dünya starlığını kanıtlamış bir isim. Bu idolün arka planında neler var derseniz, çok kırılgan,tüm amacı çocukluğunda yaşadığı sevgisizliğin rövanşını almak istercesine sadece sevilmek, her zaman, her yerde gözbebeği olmak olan, içindeki küçücük ve pırıl pırıl Norma Jean'i bir türlü büyütemeyen bir seks sembolü.

Fotoğraflarına bakıldığında güzelliğinin nefes kesici olduğunu görmemek imkansız ama yaşamını okurken hakikaten o sevgi eksikliğiyle bir insanın kendi kendini nasıl mahvettiğini görüp kızmamak da elde değil. Bir yanda herkesin sevgilisi olmak istiyor, bir yanda bunun tam zıddı şekilde en büyük aşkı yaşamak istiyor. Hep ikisinden birini diğerine kurban ediyor. En büyük kurban da hep hep hep kendisi oluyor.

John F. Kennedy ile aşkı ise hakikaten sarsıcı ancak bu, yalnız, çaresiz bir şekilde ölmesine engel olmuyor.

Yaşadığı acılar, altyapısındaki arızalar efsane olmasının temeli olmuş bir yerde. Bu kitabı okurken sık sık düşündüm: Sıradan bir kadın olup daha mutlu olmayı mı isterdi, yoksa yaşadığı büyük acılara rağmen efsane olmuş Marilyn Monroe olmayı mı? İçinden çıkamadım.

Okuduğumuz kahraman ve hikayesi ne kadar çarpıcı olursa olsun romanın anlatımını çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Sanki wikipediadan ansiklopedik bilgiler cümle cümle alınıp her bölüm o cümleler üzerinden oluşturulmuş, altı da birkaç sayfa doldurulmuş gibi. Bölüm geçişleri neredeyse birbiriyle ilgisiz, hani akıp giden bir yaşam öyküsünü değil de hikayeler şeklinde Marilyn Monroe ile ilgili anıları okuyorum gibi geldi. Kişi adları zaman zaman birbirine karıştı, mekan uyumlaması havada kaldı.

Derdim edebi bir metin okumak değil, bu sarışın efsaneyi biraz daha yakından tanımak denirse okunabilir ama sadece hikaye okumak değil, güzel anlatılmış bir hikaye okumak hepimizin tercih edeceği bir şeydir diye düşünüyorum.
"Ben tüm insanlığa ve dünyaya aidim, yetenekli ya da güzel olduğumdan değil; hayatım boyunca hiçbir şeye ya da hiç kimseye ait olmadığımdan."

"Bu makyajın ve gülümsenin altında dünya için iyi şeyler dileyen minicik bir kız var."

Pazar günü baharın tadını çıkaracak kadar güzel bir günken biletleri çok önceden aldığımız için Devlet Tiyatrolarında "Ben Ödüyorum" adlı oyuna gittik.




Aldatılan bir erkek ne yapar? Aşkı, dostluğu ve sevgiyi satın almaya çalışır! İşte kahramanımız da bu sevgiyi hissetmek için bir oyun kurguluyor ve oyunculardan para karşılığında karısı, kızı ve dostu olmalarını istiyor. Komedi, müzik, dans, tiyatro... Ne ararsan bu oyunda var. Bir yandan da düşündürücü sahnelerle dolu. Sonunda ise ilginç bir sürpriz var. Özellikle son sahneler içindeki tango sahnesi ve çalan şarkı muhteşemdi! Başrol oyuncusu Olcay Kavuzlu'nun karizmasının önünde ise bir kez daha saygıyla eğilmek gerek.

Yaz geliyor, günler uzun ve güneşli. Merkürün gerilemediği, dolunayın kansız geçtiği (!) huzur ve sükunet dolu günler diliyorum.

*MM fotoğrafı theberry.com sitesinden, tiyatronun ilk görseli haberler.com sitesinden, afiş devtiyatro.gov.tr adresinden, başlığım ilgili kitaptan.